8 Kasım 2022 Salı

Buhranlarım


Değerli günlük, seninle dijital olmayan zamanlarından beri, uzun yıllardır tanış içindeyiz. Kağıt koktuğun günlerden, parlak; tuşlu bir akıllı deftere dönüştüğün günleri görmek, yıllar içinde bu denli büyüyüp değişmen benim için de duygusal bir şey. Kahramanlar yalnızca şekil değiştirirmiş, sen de bizim buhran ve sevinç kahramanımızsın.

Birçok anımızı kulaktan duymuş biri olarak, sana fazla sorumluluk yüklediğimin farkındayım. Fakat bunu yapmasam senin bu dişlide yerin olmayacaktı. Şimdi seninle erken dönemimde beni etkileyen; önemli, başyapıtsal buhranlarımı paylaşmak istiyorum. Bir kısmını bildiğine eminim, fakat kağıt koktuğun zamanlardan.



I. Kardeşimin Doğumu:   başrole rakip çıkabilir


Bildiğin gibi 4,5 yaşıma kadar Sultan I. Onur olarak yaşamımı sürdürdüm. Evin ilk çocuğu, ailenin ilk torunu olmak kolay değildi. Günde 25 saat ilgi ve sevgi ile mücadele etmen gerekiyor. Ben de bunun üstesinden tüm kabiliyetimle geliyordum. 

Fakat işler her zaman planlandığı gibi gitmiyor. Yine mutlu olduğum, bahçede 1998 yılını planladığım bir gün ani bir haberle sarsıldım. Kardeşim olacağı haberi tüm yurtta yayıldı. Bana danışılmadan, onayım olmamadan yapılan bu vaka beni bir hayli düşündürdü. Çünkü bir ipte iki sultan nasıl oynar kestirememiştim. 

Gençtik, zengindik ve bizi kimsenin durduramayacağını sanıyorduk, sonra Oğuzhan doğdu...

Oğuzhan'ın doğumu yurtta coşku ile karşılanırken bende gireli, muzlim; boğuk şikayetler etkisini gösterdi. Eve gelişte Kinder yumurtayı vermeden giremeyenler, ellerini kollarını sallayarak küçük bebeğin yanına giriyor, "burada bir sinek mi var" dermişçesine "Onur the dört buçuk"u yok sayıyorlardı. "Sultan yetmiş beşinci Onur "gibi hissediyordum kendimi artık. Bu durum can sıkıcı bir hal almıştı. Hatta bir boğma teşebbüsüm de var. Bu başka bir zamanın anısı. 

İlk biramı da tam bu zaman içmiştim. Bir gün babam beni karşısına alıp: "Bak evlat, sen artık büyüdün, kardeşine abilik yapman gerek. Onu koruyup kollayacaksın, sen abi oldun" diyerek çay bardağıma bira koydu ve karşılıklı birer bira içtik. O zaman "işte evet, demek ki ben büyüdüm" dedim. Sonra anladım ki bira ile büyünseydi bugün sokaklarda "En büyük Onur sonra Fener" naraları atılırdı.



II. Atatürk'ün Ölümü:   sevdiklerimiz aniden gidebilir


İlk büyük buhranımı atlatmam, biraz da kafamı dağıtmam adına lordlar tarafından beni anaokuluna yazdırma kararı alındı. Kısa sürede arkadaşlarımla güzel bir bağ oluşturduk. Memleket meseleleri, koalisyon hükümeti gibi meseleler teneffüslerde sıkça konuştuğumuz konulardı. O zamanlar Atatürk fotoğrafına bakarak rakı içmesem de ulu önder Atatürk açtığı yol ve gösterdiği hedef ile benim için bir idoldü.

Bir 10 Kasım sabahı okulda tören gerçekleşti. Saygı duruşu ve marş ardından ilkokula giden abilerimiz ve ablalarımız günün anlam ve öneminden bahseden konuşmalar yaptılar. Ben duyduklarıma inanmak istemesem de öğretmenimin gözlerine bakarak olayın gerçekliğini teyit etmiş oldum. Evet, o gün Gazi Mustafa Kemal ölmüştü. Bunu çok sonra anladım fakat o güne dek yaşıyor sandığım bir idolün ölümü beni tam anlamıyla yıkmıştı. Ağlamamı susturamadılar. Tüm gün ağladım ve eve geldiğimde annem, ağlamamın bir balık burcu için bile haddinden fazla olduğunu hemen anlamıştı. Ona "anne biliyor musun, bugün Atatürk ölmüş" dediğimde attığı kahkahayı hala unutamam. Sanırım o zamanlar Marksist Ülkücüydü. 

Sevdiklerimizin ani gidişi ya da aslında erken gidişlerini çok geç fark etmemiz de yaşamın bir parçası.



III. Dilan:   kadınlara asla güvenme


İnsan acılarla yaşamaya alışıyor. Göz yaşını içine akıtmayı ve hayata devam etmeyi mecburen öğreniyor, beş yalında olsa bile. Fakat baharın gelmesi her zaman bende büyük coşku uyandırır. 

Güzel bir bahar günüydü. Kalbimizde sevgiye aşka yer vermeli, sevip sevilmeliyiz diye düşünüyordum. Bunu için de Dilan'ı biçilmiş kaftan olarak görüyordum. Evet dedim "O" olmalı güneşim. Tabi ilkokullu amcalar gibi benimle çıkar mısın klişesi bana yakışmazdı. Ona gerçek bir teklifle gitmeliydim. Bu nedenle evden çaldığım yüzüğü okula götürdüm ve yeni sahibine takdim ettim. "Evet" dedi. Tüm gün sevgili olmanın haklı gururunu ve sevincini yaşadım. Gökyüzü birden pembe oldu, buna anlam verememiştim. Akşam evde 1999 senesini planlamakla meşguldüm. Yeni Hayat başlamıştı benim için.

Tabi bu bilinen bir kısım. Ertesi gün okula gittiğimde gözlerim benimle inatlaşırcasına anlamsız görüntüler sunuyordu bana. Dilan başka bir çocukla el ele geziyor, pembe olan gökyüzüne büyük kahkahalar savuruyordu. Bunu onun ağzından duymak için yanına gittim ve bana "Bora benim aşkım" mızrağıyla karşılık verdi. Bana kaderimin bir oyunu bu sanırım dedim. Nasıl olabilir? Tek gündüzlük bir aşkmış demek. Hayatımın tek ve en önemli seçimini yanlış kişiye yapmıştım, büyük yanılgı. Henüz uzun bir yolda yürürken bile göremeden bitmişti bu aşk. Yüreğimde bir çocuk, cebimde bir revolver...

O gün bir milat oldu, "Onur the beş" öldü orada. Kadınlara güvenmemek gerektiğini o gün anladım. Tevfik Fikret'in balıkçılara dediği gibi "Deniz kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz".



IV. Anneannemin Çiçekleri:    sevdiklerimiz başkalarını da sevebilir


Anneannemin benim için ne kadar önemli olduğunu biliyorsun. O yaşlara kadar vaktimin en büyük kısmını annemden çok onunla geçirmiştim. İlk torun olmam onun için çok değerliydi, benim ilk anneannem olması da benim için güzel bir başlangıçtı tabi, birbirimizi değerli kılan başlıca unsurlardı.

Anneannemin büyük bir bahçesi vardı müstakil evinde. Bu bahçe ağaçlarla, henüz panelenmemiş çeşitli tavuklarla, hamaklarla ve kokulu çiçeklerle zengin bir alandı. Günümün çoğu burada geçer kardeşime seni bu bahçede bulduk şakaları yapardım. 

Fakat anneannemin hala değişmeyen bir tutkusu var; çiçekler. Nedenini anlayamasam da çiçekleri çok seviyor, ben brokoliyi severim daha çok. Her gün konuşup seviyordu ve bu hayli vaktini alıyordu. Artık katlanılmaz bir hal alınca ben de elime cilalanmış bir oklava aldım. IV. Baudouin görse derhal ordusunda görev verireceğinden kuşkum yok. Çiçekleri terbiye etmeyi biraz abartarak tarumar ettim. "Anneannem sizi sevmeyecek" cümlesini bitirdiğimde yakaladılar beni. Kanlı bir hesaplaşma oldu ama dönüşü yok artık.

Sonralarda anladım ki çiçekleri olmazsa anneannem de olmaz. İnsanı var eden şeylerden biri de sevdikleri. Çiçekleriyle kabullendim onu. Artık Sinop'a gittiğinde evine gidip çiçek sulayacak kadar uyumlu olmayı öğretti yaşam. 

Kıskançlık diyebilirsin evet ama bir şeyi kıskanmanın yersizliğini sonra anladım. Bir şeyin yalnızca benim olmasına gerek yok, paylaşmanın çok daha güzel olduğunu keşfettim. Yoğun sevgi buna itebilir ama kıskanmaların büyükleri çocukken oluyor. 


Buhransız bir yaşam ne yazık ki Onur the 29 için bile mümkün değil. Yine de bununla yaşamak, uyuşmak kaçınılmaz. Bulutlu bir hava ya da güzel bir piyano da oldukça davetkar bunun için. Karanlık günlerim de bir piyanoyu davet eder eşlik etmesi için. 

Yaşam birçok buhran yanında güzel anılar da sunuyor. Güzel anılar yaşamı değerli kılıyor olsa da buhranlar her zaman kapıdan güzel anıları izler içeri girebilmek için. 


Şimdi kardeşimle keyifli bir bira içebilirim, yine bir 10 Kasımda gözyaşı dökebilir; kadınlara bir günlüğüne güvenip, çiçekleri sulayabilirim. 


Sevgilerimle


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder